Lodos Çıktıysa Demek…

“Üzerimde beyaz, uzun, dökümlü bir elbise var. Omuzları açık. Günbatımı. Güneş iyice etkisini yitirmiş, aşağılara inmiş, ha battı ha batacak. Şahane bir turunculuk, pembelik var gökyüzünde. Hava ılık. Güneşin saçlarımda gezindiği yerler parlıyor. Saçlarım uzun, dalga dalga. Omuzlarımdan aşağı inmiş. Başımda beyaz, geniş kenarlı, hasır bir şapka. Şapkadan sarkan kurdeleler omuzlarıma değiyor. Koşuyorum, arada kendi etrafımda dönüyorum eteklerimi tuta tuta. Bir tepedeyim. Uzun, neredeyse belime kadar gelen sarı-yeşil otlar var burada. Hafif esen rüzgâr arada otları dalgalandırıyor, bir de saçlarımı. Bununla kalsa iyi, bir de mis gibi iyot kokusu getiriyor burnuma. Deniz var herhalde yakınlarda. Çok mutluyum. Gülümsüyorum sürekli. Nasıl da koşuyorum o uzun otların arasında ayağım dolaşmadan, şaşırıyorum kendime. Kuş gibi hafifim. Koşmuyorum, uçuyorum sanki.”
Durdum bir süre. Birkaç saniye sonra Enver Bey; “Bu kadar mı?” dedi.
“Evet”
“Aç o zaman gözlerini ”
Açtım. Gözlerimi açmamla ılık, rüzgârlı, turuncu tepeden; kliniğin siyah, deri koltuğuna düşmem bir oldu. Bir damla güneş görmek ümidiyle baktığım pencere jaluzilerle kapalıydı. Aradan sadece gri bir kış ışığı sızıyordu. Saniyeler önce buranın deniz koktuğuna yemin edebilirdim. Oysa şimdi sadece kahve ve kâğıt kokusu vardı havada. Enver Bey bilgisayarına uzanıp müziği kapattı. Yakın gözlüklerini takıp önündeki kâğıtları karıştırmaya başladı. Başımı önüme eğdim. Üzerimde; onlarca siyah, klasik pantolonlarımdan bir tanesi, üzerinde de gri bir kazak. “Sıkıcı kadın” dedim kendi kendime.
Enver beyin; “Esma hanım” demesi ile başımı kaldırdım. Siyah, kısa kâküllerim gözüme girdi. Elimle kulağımın arkasına sıkıştırmaya çalıştıysam da olmadı.
“O kadar da dedim çok kısaltma diye, kulağımın arkasına bile ulaşmıyor saçlarım” dedim.
“Nasıl?” dedi doktor şaşkın bir yüz ifadesi ile.
Yine içimden geçirdim sandığım şeyleri sesli söylemiştim işte. “Hiiç, yok bir şey”.
Enver Bey yeniden söze girdi; “Esma hanım, bu anlattıklarınızdan baskı altında olduğunuzu hissediyorum. Kendinize biraz alan açmanızı tavsiye ediyorum. Biliyorum, işiniz çok yoğun, onun dışında sorumluluklarınız fazla. Daha önceki konuşmalarımızda çoğu zaman yemeği geç saatlerde yiyip hemen arkasından uyuduğunuzu söylemiştiniz. Yani kendinize hemen hiç vakit ayırmıyorsunuz. İşte bunun için..” demişti ki lafını balla olmasa da merakla kestim. Zira artık bu laflara karnım toktu. Bir umut geldiğim bilmem kaçıncı terapist de aynı basmakalıp lafları söylüyordu karşımda, üstelik de gözlüğünün üzerinden baka baka.
“Pardon Enver bey, az önce dinlediğimiz parça neydi acaba?”
Gözlüğünü çıkarıp ;“Grinko’dan Vals” dedi tavırlı bir şekilde.
“Yeniden dinlememiz mümkün mü?” diye sordum tüm şirinliğimi takınarak. Sağ kaşını “Bu da nereden çıktı” dercesine kaldırdı, mouse’a dokundu ve müzik tekrar başladı.
Gözlüklerini yeniden taktı. Bir yandan önündeki notlara bakıyor, bir yandan da konuşmayı sürdürüyordu. “Onun için Esma hanım, kendi alanınızı kendiniz yaratmanız gerekiyor. Siz değiştirmeye niyet etmediğiniz sürece bu hayat düzeni sizi öğütmeye devam edecektir. “
Enver’in başını kaldırması ile boş koltukla karşı karşıya gelmesi bir oldu. Az önce Esma’nın oturduğu yerde beyaz, hasır bir şapka duruyordu şimdi. Pencere açıktı. Şapkadan yere doğru sarkan kurdeleler hafif hafif sallanıyordu. Güneş batmak üzereydi. Tatlı bir turunculuk kaplamıştı gökyüzünü. Ilık bir rüzgar doldu odaya. “Lodos çıktıysa demek” diye söylendi Enver kendi kendine…