Kızım Yavaş Ol…

“Kızım yavaş ol, kayıp düşeceksin” diye bağırıyor annem. Bense elimde tas, oradan oraya koşturuyorum. Bir kurnadan aldığım suyu öbürüne boşaltıyorum, bazen de başka çocukların üzerine. Çok eğlenceli bir yer hamam bence. Tamam, biraz sıcak ama insan bir süre sonra alışıyor işte. Neredeyse bütün günü suyla, arkadaşlarımla oynayarak geçiriyorum buraya geldiğimiz günlerde, daha ne isterim ki! Biraz sonra annem çağırıyor;
“Zeynep buraya gel, seni yıkayacağım”.
Annemin durduğu kurnanın yanına oturuyorum. Saçlarımı iyice köpürtüyor şampuanla. Karşıda bir çocuk ağlıyor; “Gözlerim yanıyor” diye. Annesi sinirli sinirli dökerken buharı çıkan suları, kızıyor ona;
“Kaç kere dedim sana gözünü açma diye, dinleyen kim?!”
“Ya benim de gözüm yanarsa?” diye soruyorum anneme korkarak.
“Olmaz bir şey. O zeytinyağlı sabunla yıkadı çocukcağızı, ondan. Bizimki şampuan.”
Annem sırtımı sabunlarken su giderine takılıyor gözüm. Köpükler, saç telleri, ufacık kaldığı için mermer tezgâhlardan kayıp temizlik hayatına veda eden sabunlar, tel tokalar… Hepsi, hemen herkesin önünden geçit yapıp kaybolup gidiyor.
Yıkanmam bitince gezinmeye başlıyorum yine. Kadınların üzerinde tedavülden kalkmış, ancak hamamlarda son derece popüler olan renk renk kombinezonlar. Kiminin dantelleri yırtıldığı için, kiminin etek uçları epridiğinden sanırım, statüleri biraz düşürülerek hamamda giyilmeye uygun görülmüşler. Köpüklü saçlarını hırslı hırslı tarayıp açmaya çalışanlar, kese sırası için tartışanlar, birbirini dürtüp dedikodu yapanlar, akşama ne yemek pişireceğine karar veremeyenler, gözlerini sıkı sıkı yumup başından aşağı dökülecek kaynar suyu bekleyen çocuklar… Hepsi burada.
Annemi gözden kaybediyorum bir ara, havada asılı kalmış buhar engelliyor görüşümü. Karşı köşeye gidip oturuyorum. Kurnanın diğer tarafında saçlarını tarayan, incecik, sessiz bir kadın oturuyor. Her taraf bu kadar kalabalıkken bu köşenin bu kadar boş olmasına şaşırıyorum. “Adamın evinin karşı sokağında oturuyormuş” diyor biri. “Adam çoluk çocuğu bıraktı, her gün bunun evinde. İnsan o çocuklara acır” diyor öbürü. “Utanmaz, bir de buraya yıkanmaya geliyor, yüzü bile kızarmıyor” diyor ötekisi. “Bu hamama da gelineceği kalmadı” diyor bir diğeri. Başımı kaldırıp yüzüne dikkatlice bakıyorum. Kızarmış mı, kızarmamış mı bilmiyorum ama bildiğim tek şey var; o da çok güzel olduğu. Üzgün bakıyor gözleri.
“Neden üzgünsün?” diyorum, cevap vermiyor. Ben de susup başımı önüme eğiyorum. Su giderine takılıyor yine gözüm. Köpüklerle beraber kötü kötü sözler de geçiyor artık önümden. Az önceki kahkahaların, çocuk bağırtılarının yerini insanı huzursuz eden mırıltılar alıyor. Hamamın nemli havası daha da ağırlaşıyor.
“Hadi Zeyno” demesiyle irkiliyorum Mehtap’ın. “Gidelim artık, buranın havası iyice ağırlaştı. Şu dedikoduculara haddini bildiririm de, sen tembihledin diye bir şey demiyorum ”.
“Boş ver, gidelim” diyorum. Kadir’in beni sevdiğini, istediği için yanımda olduğunu biliyorum, varsın bu insanlar bilmesinler. Kalkmadan önce elimdeki pembe plastik tasla bol bol su dökünüyorum. Çok fazla su dökersem ortada dolaşan kötü sözler, nefret, sevgisizlik kaybolup gider belki diye düşünüyorum. Annemin beni yıkadığı, tek derdimin hamamdaki pembe tası kapmak olduğu günleri çok özlüyorum…
İpek Danış