Kadıköy İskelesi

Vapur kalkmadan önce son bir kez iskeleye baktı, orada bıraktıklarına. Ne mi bırakmıştı? Eşyalarının büyük kısmını, sevinçlerini, üzüntülerini, anılarını, yaz geceleri geç saatlere kadar yapılan balkon sohbetlerini, salonun duvarlarını çınlatan kahkahalarını, otuz sekiz yıllık hayat arkadaşını. Gençken çok komiğine giden “hayat arkadaşı” lafının anlamını keşfetmesi için bu kadar yıl geçmesi gerekmişti demek. “Amma da kalın kafalıymışım” dedi kendi kendine. Sadece yatağını paylaşmıyordun ki evlendiğin kadınla, bütün hayatını paylaşıyordun. Beraberce geçirilen bu kadar yıldan sonra arkadaşları, dinledikleri müzikler, okudukları kitaplar, güldükleri, sevdikleri, sevmedikleri bile aynılaşmıştı sanki. Bütün arkadaşları ortaktı artık. Yani şimdi o ayrı, Perihan ayrı mı görüşecekti arkadaşları ile?

“İyi ki çocuğumuz yok” dedi, aslında neden dediğini de çok bilmeyerek. Genelde boşananlar için böyle diyordu birileri, bu kadar insan ağız birliği ettiğine göre vardı bir bildikleri.

Eşyaları karısına bırakmıştı. Perihan’ın dizine yatıp sohbet ettikleri, onun saçlarını okşadığı emektar kanepeyi nasıl alacaktı ki? Peki ya sabahları karşısında kravatını bağlamaya çalışırken baktığı, bir köşesinde kendisinin, bir köşesinde karısının nikâh için çektirdikleri vesikalıklar takılı sedefli aynayı? Ya menekşeler? Her sabah sularken sohbet ettiği menekşeleri de bırakmıştı. “İnşallah bana küsmezler” dedi. Ne zaman bir fincan kırsa ki biraz sakardı, Perihan; “Boşveer, içine çiçek ekeriz” derdi. Böyle böyle on tane kadar kulpu kırık, ağzı çatlak menekşe fincanı dolmuştu salondaki sehpanın üzeri. Bir duvarı tamamen dolduran, adeta hayatlarının özeti olan fotoğrafları almayı aklının ucundan bile geçirmemişti. Bu kadarı ona çok ağır gelirdi artık.

“İyi ki çocuğumuz mu yok, ne saçma! Şimdi yıllar yılı artarak büyüyen, derinleşen anılar hafızamda yaşamaya devam etmeyecek mi, çocuktan ne farkı var bunun” diye düşündü.

Hayır, bu sefer kararlıydı. Her şey bu iskelede kalacaktı; Kadıköy iskelesinde. Neredeyse kırk yıllık anılar, eşyalar, menekşeler, plaklar, kahkahalar, sohbetler, kıskançlıklar, kavgalar, Perihan, Perihan’ın iri yeşil gözleri…

Ne yapsın, artık anlaşamıyorlardı. Sürekli kavga gürültüden, iğneleyici sözlerden bıkmıştı. Karısı eskisi gibi gezelim tozalım istiyordu, onun ise artık dinlenmeye ihtiyacı vardı. Hatta bu şehirden bile çekip gitmek istiyordu; Maşukiye’deki yazlıklarında yaşamaktı niyeti. Zaten evlendiklerinde çok gençlerdi ve geçen bunca yılın sonunda tükenmişti her şey. Artık ayak uyduramıyorlardı işte birbirlerine, zorlamanın bir anlamı yoktu.

İyice dalıp gitmişti ki görevlinin sesiyle kendine geldi;

“Beyefendi buraya nasıl girdiniz bilmiyorum ama sefer yok bu saatte. Dışarı çıkar mısınız lütfen?”

Kalktı. Çok yol gittiğini zannedip aslında bir adım dahi gidemeyenlerin hayal kırıklığı vardı üzerinde. Ayaklarını sürüye sürüye evin yolunu tuttu. Kapıya vardığında ceplerini yokladı, anahtarları yanına almayı unutmuştu. Kapıyı çaldı, karısı açtı. “Tam zamanında geldin Ekrem, yemek de hazır olmak üzere” dedi. Ayakkabılarını çıkarırken, Perihan mutfaktan seslendi; “Ne yaptın, geçebildin mi karşıya? Radyoyu tamire verecektin?”

“Geçemedim, vapuru kaçırdım, yarın hallederim” dedi; bir aydır elinde gezdirdiği, sağı solu yırtılmış radyo poşetine bakarak…

İpek Danış

Similar Posts