Biliyorum, Üzersin Beni…

Bir yaz akşamüstü, Karaköy’de eski bir balıkçıdayız. “Orada buluşalım” dememe rağmen “Olmaz, beraber gidelim, ben seni yedide alırım” diyor. Zar zor Tünel çıkışı buluşmaya ikna ediyorum. Üzerimde beyaz şifon gömleğim, altında kot pantolonum. Yaza yakışıyor beyaz. Bir de uzun ara verilmiş, ‘belki bu sefer’ niyetli buluşmalara. Ayağımda topuklu sandaletlerim. Rahat edemiyorum, üzerlerinde pek iyi yürüdüğüm de söylenemez ama yanında kısa kalmak istemiyorum. Bir de uzun zamandır görüşmedik ya, şık olmak istiyorum, sanki ilk kez buluşuyor gibi. Tünelden çıkıyorum, başımı kaldırıyorum, karşımda. O da kot pantolon üzerine beyaz gömlek giymiş. Gülümsüyor; “Çok mu uyumlu olmuşuz” diyor. Ben de gülüyorum. Değişmemiş. Yine çok yakışıklı, yine çok kendinden emin. “Selam, naber” diyor, yanaklarımdan öpüyor. “İyilik” diyorum. İçim içime sığmıyor, ölçüsüz gülümsüyorum, neredeyse kahkaha atacağım. O da öyle, “Bu kadar zaman sonra görüştüğümüze inanamıyorum.” diyor.
İki arkadaş gibiyiz şimdilik. Lokantaya doğru yürüyoruz. Bir elim cebimde ki hiç âdetim değildir, diğeriyle sıkı sıkı çantamın sapını tutuyorum. El ele tutuşacak halimiz yok, olmasın da. Biz vaktinde bir şeyler yaşamış, olduramamış, uzunca bir süre görüşmemiş, sonra; “Özledik, bir yemek mi yesek” demiş iki eski arkadaşız şimdi.
Yol geçecek oluyoruz, elini sırtıma koyuyor hafifçe. İtiraz etmiyorum. Beni kollaması hoşuma gidiyor. Geçince çekiyor yine. Biraz daha yürüyüp lokantaya varıyoruz. Asansöre biniyoruz. Havadaki görünmeyen elektrik için fazla küçük bir yer. Gözlerime bakıyor, ah bir de tatlı bakıyor. “Bu han, 1900’lü yılların başında yapılmış, biliyor musun?” diyorum havayı dağıtmak için. Gülümsüyor, “Evet” diyor.
Asansörden çıkarken elini yine hafifçe sırtıma koyuyor, masamızı öğrenip oturuyoruz. Önce yiyecek bir şeyler söylüyoruz, sonra ellerini çenesinin altında kavuşturuyor, anlat bakalım, diyor. Biraz o anlatıyor, biraz ben. Görüşmediğimiz yıllardaki boşlukları doldurmaya çalışıyoruz telaşlı telaşlı. Sigara içmek istiyor, garson yukarıda teras olduğunu söylüyor. Kendi kadehini de, benimkini de alıyor, yukarı çıkıyoruz. Manzara şahane. Hava daha tam kararmamış. “Manzara harikaymış yalnız, keşke hiç inmesek aşağı” diyor. Kadehimi uzatıyor, hafifçe tokuşturup içiyoruz. “İyisin, değil mi” diyor. Şarabın beni çarptığını bilir çünkü. “İyiyim” diyorum. Oturacak yer yok ufak terasta. Merdivenin bittiği yerde kısa duvarlar var sadece. Dayanıyoruz bir tanesine, aramızda bir karış mesafe. Özellikle uzak duruyorum. Biz, yıllar sonra görüşmeye karar veren iki arkadaşız çünkü. Bizden başka bir şey olmaz, geçmişte olamadı çünkü. Ben çok üzülürüm, Sinan beni üzer çünkü.
“Bak şu an aklıma bir şarkı geldi” diyor, “90’lı yıllardan”. Söylüyor adını, bilmiyorum. “Dinleteyim” diyor. Kulaklığını takıyor telefonuna, bir ucunu kendi kulağına, bir ucunu benimkine iliştiriyor. Artık bir karış yok aramızda, birbirine değiyor kollarımız. Gün geceye dönüyor, gözümüzün önü alabildiğine pembe, turuncu bulutlar. Galata köprüsünün üzerinde inci gibi dizilen ışıklar. Kayahan; “kızıl siyah bulutlar, sevdadır bu dediğin” diyor.
Sigaralarımız bitiyor, hadi inelim diyorum. Oturuyoruz yine masamıza. Kızını anlatıyor, onunla neler yaptığını, baba olmayı ne kadar çok sevdiğini. Sonra eski karısını. Onunla hala ne kadar iyi arkadaş olduklarını, onlara yakın olmak için işini, evini değiştirdiğini. “Sen hep böyle değil misin zaten” diyorum içimden; anlayışlı, insancıl, sevgi dolu. Ama sen insanı üzersin be Sinan, çünkü senin için tek kadın yok, kadınlar var. Hepsini ayrı ayrı sevdiğini bildiğim kadınlar…
Kâh gülüyoruz, kâh duygulanıyoruz, konuşacak ne çok şey birikmiş. Hadi sigara içelim diyor, çıkıyoruz yine terasa. Hava kararmış, her yer ışıl ışıl. Bu sefer bayağı yan yana duruyoruz, kollarımız değiyor, çekmiyorum. Üçüncü kadehteyim. Gözlerini Galata Kulesine dikip: “Seni ilk kez burada öpmüştüm, hatırlıyor musun?” diyor. O muzip gülümsemesiyle bana bakıyor, mavi gözleri karanlıkta parlıyor. O gülüşünü yapma işte Sinan, yapma diyorum içimden. Çünkü biliyorum kendimi, kanarım sana yeniden. “Hatırlıyorum” diyorum.
Hava serinlemiş, birden içim ürperiyor. Gömleğimin kollarını çekiştiriyorum. “Üşüdün mü?” diyor, “Biraz” diyorum. Elini omzuma koyuyor, ısıtmak istercesine kolumu sıvazlıyor. Hoşuma gidiyor. Uzaklara bakıyorum; Yeni Camii’nin tepesinde havada asılı gibi duran aya, ışıkları yanan, yolcuları iyice seyrekleşmiş vapurlara… O bana bakıyor, hissediyorum. Ben de ona bakarsam geri dönüşü olmaz bunun, biliyorum. “Şu an o kadar mutluyum ki, burada, senin yanında. Seni çok özledim.” diyor, değdiriyorum kadehimi onunkine, bir dikişte bitiriyorum kalan şarabımı. Sarılıp öpüyor beni. Dudaklarım hemen hatırlıyor bu öpüşü.
Film sanki geri sarıyor. Beni özlediğine de, yanımda mutlu olduğuna da inanıyorum. Ne geçmiş var şimdi, ne de yarın. Şu an beraberiz, şu an mutluyuz, şu an iki sevgiliyiz. Beni yine kandırmasına, bile isteye razı oluyorum. “Bu sefer seni üzmeyeceğim.” diye fısıldıyor. Kendimi bırakıp, başımı omzuna yaslıyorum…
İpek Danış